18 Mart 2013 Pazartesi

İçli Köfte, Kantin ve kitaplar

Yine koşuşturmalı bir haftasonu yaşadım blogcum. Hızlı hızlı notlarımı paylaşayım, aklımdan dönüp duruyor sonra araya bişi giriyo yazmayı unutmayayım.

- Haftasonu plansız bir içli köfte haftasonusu oldu. Nişantaşı'nda benim makarnaları denemek isteyen Gaia Yöresel'den mutlu mesut çıkınca Handan'la Kantin'e geçelim dedik. Ama yolu kaybedip Köşebaşı'nın önünden geçerken ben "Yahu bunların lahmacununu Ataşehir'de çalışırken bir yerdim bir yerdim doyamazdım. Acaba aynı tat var mıdır?" diye sormuş bulundum, Handan da "Ancak tadarak anlarız" demiş bulundu ve biz içeri daldık. Lahmacun güzeldi ama o benim sevdiğim hali değildi. Ben içli köfte severim. Geçen Ülker'in hazır içli köfte harcını yazmıştım misal. Hadi dedim onu da deneyeyim. Ama bir ağır geldi, bir koktu Allahım sana geliyorum diye diye bir lokmayı bile zor yuttum. Lahmacun o kadar güzel ve kokmazken içli köftenin böyle olması garip. Belki değil yani belki bu olması gerekendir bilemem çünkü  ben aileden içli köfteci değilim. İlk ev yapımı içli köftemi Adana'lı arkadaşımızın öğrenci olmamıza acıyan teyzesinin elinden teee 20 yaşında yedim. (Ki harbiden selametle anıyorum kendisini, bizim gibi bir oda dolusu aç öğrenciyi ne doyurmuştu hatun be :)))   Hani ben bu konuda uzman değilim diye söylüyorum. Belki koyun eti zorunludur içli köftede bilemiyorum ama yiyemedim ben. Eve döndük, tabi tam takır kuru bakır ev. Alışverişe çıktığımda Keskinoğlu piliç içli köfte çıkarmış onu gördüm aldım. Şimdi internette bakınca esasında 2 senedir filan raflardaymış da ancak bana denk gelmiş. Pişmiş ürün olduğu için şöyle az yağda bir çevirdim. Ben İstiklal'deki Mardinli Bey'in içli köftesini çoookkk severim. Gün içinde sıcaklığını kaybetse de yerim mutlaka aç denk geldiğimde. Şimdi onun tadıyla karşılaştırınca tabi bu Keskinoğlu'nunki hafif kalmış, baharatı, cevizi filan az. İçindekilere baktım koruyucu vb yok. 100 gramı 200 kCal. 4'lü paket satılıyor o da 280 gram mı ne. Bir tanesi pişmeden 150 kKal işte. Dış kabuk kısmı lapa pilav olabiliyor. İçine antep fıstığı da koymuşlar ama öyle fotoğraftaki gibi dana kadar değil, hatta tadı bile ancak dikkatli yerken gelebilir. Hangi kebapçıya gitseniz içli köftenin tanesini 5-6'dan yersiniz en az. Eh fiyat açısından Keskinoğlu'nunki kesinlikle beklentiyi karşılar. Tabi yağ ve karbonhidrat deposu bir yemek olduğunu belirtmeme gerek yok di mi, içli köfteden bahsediyoruz burda:)))

- Tüm bu içli köfte muhabbetine girmemin bir sebebi de çok takip etmeyip etmeyip birden önüme halis içli köfte tarifi çıkarmış Işıl Hanım'ın blogu var tabi. Siz benim denediklerime takılmak istemezseniz buyrun en güzelinden içli köfte tarifine : http://isilca.blogspot.com/

ben foto çekmedim ama çıtır bu abicim işte
- Kantin'i bulduk girdik. Çok küçük bir yermiş. Şemsa Hanım'ın blogunu takip ederim ve açıkçası ilham alırım. Mekan daha ferah olsaydı daha iyi olurdu ama Nişantaşı koşulları da belli. Mahalle'ye de gittik misal, orada da millet üst üste. Neyse. Kantin'in o gün menüsünde karides şiş vardı. Hiç karides havamda değildim ve açıkçası oranın standartı bişi yemeği tercih ettiğimden jambonlu çıtır söyledim. Söyledik esasında. İncecik bir hamur üzerine yeşil sosu ve bol jambonu ile yemesi harbiden çıtır bir nevi pizza geldi önümüze. Ben ince pizza sevmem hani şu Venedik usülü mü ne diyolar. Milletin tabağında görünce acep o mu dedim ama değil. Sanırım alt baz çıtır bölümü önceden sade olarak fırında pişiriyorlar. Sonra üzerine ne istendiyse hızlı bir şekilde ekleyip son bir fırınlayıp servis ediyolar.

- Kantin'de bi de enginar mücver vardı o gün menüde. Bir mücver ustası (öhöm öhöm) olarak hemen istedim tabi ve memnun kaldım. Enginarı açıkçası sadece kendim için pişirmeye üşeniyorum. Şemsa Hanım da tam bir enginar-sever. Sanırım rendeleyip biraz dereotu ile karıştırmışlar. Ne yumurta ne yağ tadının baskınlığı söz konusu idi. İçine bir miktar peynir vb gider ama zaten yanında yoğurtlu bir sos ile getirdikleri için bu peynir eklemesini ben evde yapıcam. Yalappim yalappim yeni bişi öğrendim deniycem:))

- Kantin'in alt katındaki satış yerinde ekmek, erişte gibi unlu ürünlerin yanı sıra günlük hazır yemekler de varmış. Falafelde aklım kaldı misal ama belki bir gidişimde menüde denk gelirim kim bilir.  Eriştenin yarım kilosunu 15 TL satıyorlar. İçeriğini merak ettim ama soramadım. Şemsa Hanım biliyorum buğdayı konusunda hassas. Hatta zamanında benim de beraber çalıştığım bir Kars'lı üretici/tedarikçi ile çalışıyor sanırım. Ekmeğinin kalitesinin daha buğday tipinden ve değirmenden başladığını bilen birinin elinden yemek yemek güzel be blog. Servisi gelişmeli belki. Handan takıldı Şemsa Hanım'ın blogunda hep deniz tuzu kullanırken masalarda sofra tuzu bulunmasına ama ben takılmadım açıkçası. O gitmiycekmiş bi daha, ben giderim. İlham aldığım bi hatunu sırf takip etmesine giderim ayol, isterse tuzu kaya olarak koysun masaya.

- Aghhhh Kantin'in çiiiz keyki pek güzel:))

- Mahalle'ye gittik. Allahım ne kalabalık ne kakafoni. Gereksiz bir açıklık ortalıkta. Ben istemem kardeşim yemeğimin piştiği yeri görmeyi. Evimde mutfakta ben varım, senelerce işyeri mutfaklarını idare ettim. Yetsin artık görmiyim ben mutfakta sarı bezleri yıkayan bulaşıkçıları di mi ama:))

- Klasik kitapçı turunda Restoranın İcadı isimli bir kitaba rastladım. Esasında eski bir kitap, 2000'de Fransa'da yayınlanmış ilk. Kitap sanırım yazarı Rebecca L. Spang'in doktora tezi. "Paris ve Modern Gastronomi Kültürü" alt başlığını taşıyor. 17. yy ortalarında meğer restoran uzun süre pişen bol et sulu ama bulyona göre çok daha fazla et içeren bir yiyecekmiş. Sağlığa iyi geldiği için içilirmiş. O günlerde hanlar hem konaklama hem de yemek verdiği için restorana gidenler esasında sağlık için gidiyorlarmış. Sahiplerine de restorancı deniyomuş. Sonra tabi bir dönüşüm gerçekleşiyor. Kitap kalın ve açıkçası ya dili ağır, ya çeviri sorunlu ya da ikisi birden. Bakalım ne zaman bitirebilirim ama beğendiğim bir cümleyi yazayım hemen 21. sayfadan: "Onsekizinci yüzyılın bulyonundan ondokuzuncu yılın işletmesine, minyatür bir çorba kasesinden Rabelaisci bir ifrata, duyarlılıktan siyasete, bütün bu geçişler restoran terimini tanımlamıştır. Bugün bildiğimiz anlamda restoran, 18. yy'ın duyarlılık tapısından 19 yy'ın zevk duygusuna geçişi temsil etmektedir: bir çağın toplumsal değerinin mutasyona uğrayarak bir başka çağda kültürel bir cakaya dönüşmesi."

- Geçen hafta da Gourmand'da en iyi yemek tarihi kitabı ödülünü alan Ömür Akkor'un Selçuklu Mutfağı kitabını da aldım bakalım ne zaman bitiricem. Bu sıralarda yemek üzerine çok kitap aldım bu da üstüne bir de yemek ve tarih üzerine oldu:) 

- Bu hafta makarna üretimhanem / atölyem olacak yerlere bakacağım. İstanbul'da olsam seçenek çok, fiyatlar yüksek. Burda denklem tersine dönüyor. Hayat hiç bir zaman armut piş ağzıma düş değil tamam ama lütfen karşıma üretimin içerisinden gelen armudun sapı üzümün çöpü demeyen insanlar çıksın. Ben öyle değilim ya ondan diyom.

Bakalım hayırlısı. 





Fotoğraf: 
http://www.yesek.com/ne-yesek/salata/kantinde-armutlu-citir

2 yorum:

IŞILCA TATLAR dedi ki...

Merhaba sevgili gıda mühendisim.

Öncelikle yaptığım bir yemeği beğenip verdiğiniz linkten dolayı çok teşekkür ederim.
Fırsat buldukca gelip sayfanızı ziyaret ediyor ve sağlıklı beslenme konusundaki uyarılarınızı okuyup bilgileniyorum. Çok faydalı bir iş yaptığınızı ve bizleri bilinçlendirme konusundaki çabalarınızı çok takdir ediyorum.
Ben de kendim ve ailem için yıllardır elimden geldiğince sağlıklı beslenmeye dikkat ediyor bu uğurda epey zaman harcıyorum fakat iç huzuru ile yemenin de keyfini yaşıyorum.
Yıllardır kendi yoğurdumu, kefirimi, tereyağımı yapıyor mevsimi olmayan hiç bir sebzeyi mutfağıma sokmuyorum. Buna domates de dahil.Tabi kış hazırlıkları,dondurucuya sebze koymak, kurutmak, saklamak, ekşi mayalı ekmek yapmak derken gezindiğim sayfalara yorum yazacak zamanım kalmıyor pek ama blogcu arkadaşlarım buna alıştılar herhalde.
Bir iki workshop'dan sonra artık evime hiç bir pastane ürününü sokmadığım gibi alanları da şiddetle uyarıyor, en çok da market alaışverişlerinde kış ortasında halkımızın aldığı salatalık, patlıcan, domateslere hayretle bakakalıyorum.Doktorların ve beslenme uzmanlarının bunca uyarısına rağmen nasıl bu kadar sağlıksız beslenmeyi tercih ediyorlar gerçekten anlamakta zorlanıyorum.

Bu konuda ne kadar dertliysem içimi döküverdim birden.

Son zamanlarda en büyük takıntım 45 günde yetişen tavuk ve yumurtalar.

Lütfen yazmaya ve bizleri aydınlatmaya devam ediniz.

Sevgi ve saygılarımla,

GM dedi ki...

Güzel insan Işıl Hanım ben teşekkür ederim bu kadar uzun yazdığınız için. Ben de işten güçten vakit bulup da pek blog gezemiyorum. Ama işte nasıl denk geldiyse aynı günlerde içli köfte sevgisiyle yanıp tutuşmuşuz ikimiz de:)))

Ben sizin kadar becerikli değilim açıkçası. Yoğurdu kefiri güvendiğim markalardan alıyorum. Küçük bir yerde yaşamanın avantajı ile pazardaki köylülerden güvendiklerimden alışveriş yapıyorum ama denk geliyor indirimdeki dondurulmuş sebzeleri balıkları da kaçırmıyorum:)) Turfanda sebze meyve konusunda haklısınız. İnsan nefsine yenilip alıyor bazen, hani ben geçen organik dedim domates aldım, hiç bişeye benzemiyodu tadı.

Pastane işleri filan da abur cubura giriyor esasında ve biliyor musunuz günlük abur cubur hakkımız ne kadar? 25 gram:)) Ben demiyorum bunu Avrupa Abur Cuburcular Derneği söylüyo. Derneğin adı bu değil tabi ben şey ettim.)))

Tavuk konusunda uzman değilim. Biz abartmadan tüketiyoruz. Bebişe 3 yaşa kadar organik tavuk verdim vereceğim zaman. Bir daha çocuğum olsa aynen ona da 3 yaşa kadar organik tavuk vermek isterim. Organik yumurta ve süte devam ediyoruz... Kilosu 3-4 liralık tavuklar beni de korkutuyor ve kafamı karıştırıyor.

Ben elimden dilimden geldiğince bişiler karalıyorum. Burası bir blog, bilimsel makaleler yazmıyorum ama emin olun nerdeyse o kadar araştırma yapıyorum. Umarım faydalı oluyorumdur:)

Sevgi ve muhabbetle...