27 Aralık 2012 Perşembe

Dışarda ne yeMEyelim?

Anneloji.com da yazmayı sevdim açıkçası. Soru gönderiyor editör ben de okurken hem zevk hem de bilgi alabilecek bir tarzda yazmaya çalışıyorum. Hayır çok didaktiğimdir de işte kimle ukala dümbeleklerini sevmez:)

Bu sefer dışarda ne yeMEyelim diye sordular ben de 3 gün kafa patlatıp, güvendiğim kaynakları tarayıp cevap verdim. Şimdi yazıyı oraya söz verdim, buraya koymuyom. Gidin okuyun http://anneloji.com/archives/6924 bağlantısında ama kafanıza bi gıda vb takılırsa gelin bana sorun : gidamuhendisim@gmail.com

Hadi bakalım şimdiden iyi yıllar. Ben bir süre olmayabilirim ama sağlam bir akrilamid toplaması ile de şaşırtabilirim bilemiyorum:)


24 Aralık 2012 Pazartesi

Hay ben bu köy pekmezinin...

bıktım şu görüntüden:(
Geçen burdaki bir eczanenin canımda gördüm "kan yapıcı keçiboynuzu pekmezi gelmiştir" yazısını. Eczanelerde gıda ürünlerinin satışı bir garip ama aktar gibi esnaf tipine sahip bir ülkeyken ve gıda pazarı ilaçtan çok daha serbest bir ekonomiye sahipken eczanelere ne diyebilirim ki zaten bir sürü dertleri var:(

Neyse. 

Bu ilanı dükkanında gördüğüm eczacı ile konuştum, pekmezin nerden geldiğini, vakum altında kaynatılıp kaynatılmadığını sordum. Köy pekmezi olduğunu ve nerede kaynatıldığını bilmediğini söyledi. O zaman satmayın çünkü HMF var içinde, kanserojendir dedim. Bana kuşkulu gözlerle bakmaya devam etmesinden istediğim etkiyi bırakamadığımı anladım. Çat kapı girmişim, ne bir devlet görevlisiyim ne resmi bir denetleme memuruyum. Kafayı kanserle bozmuş bir manyak olabilirim nitekim diplomam boynumda asmıyor.

Eczane ya da değil çözüm yine satanı eğitmekten çok tüketiciyi eğitmekten geçiyor. Talep olmazsa arz olmaz değil mi?

Gözünüzü seveyim almayın şu köy pekmezlerini, açıkta kaynatılarak yapılmış nar ekşilerini. 

Koca koca şefler Facebook  sayfalarında kafalarından tarif veriyolar. Şefler kimseyi sallamaz biliyorum ama eczacılar da doktorlar da sallamıyorlar onu da siz bilin. Herkes kendi mesleğinin en bilgili olduğunu sanıyor özellikle sağlıkçılar size söylüyorum. Ben elimin hamuruyla ilaç üretimindeki GMP kurallarına uyum üzerine söylev çekiyo muyum (ki çok pis konuşurum bu konuda o başka:), hindinin iç dolgusuna karışıyo muyum? Açıkta kaynatılan pekmezde ekşide kanserojen var dediğime inanın yahu. Biliyorum ortalıkta çok şarlatan var bilgiliyim diye geçinen ama napiim ben illa diplomayı boynuma asıp mı gezeyim, iyice deli müyendiz mi olayım napiim?

12 Aralık 2012 Çarşamba

Bitmedi şu glutamat!

kiloyla satılır bunnar evet.
Aralığın 5'inde yazdıydım glutamatlar üzerine. Detaylı soru gelmiş isimsiz bir okurdan. Hiç üşenmedim, tam bir buçuk günümü harcadım. Konu üzerine bir sürü şey okudum, cevapladım.  Dün akşam bitirdiğimde başım ağrıyordu. Akşam sevdiceğe bir bölümünü okurken imlalarımı filan fark ettim ama tekrar oturup düzeltecek halim yok, en azından şimdilik.

Orjinal bağlantı burda, yazıyı buraya da kopyalıyorum. Benden bir süre haber alamazsanız üzülmeyin bi e-ticaret sitesi kurup gelicem:)



Sayın Noname,

Glutamat yazısına yorumunuzu pazartesi günü gördüm ve yaptığım okumalar ve araştırmalar sonucunda sorularınıza yanıt vermeye çalışacağım. Bu arada anneloji.com’da bu yazının yayınlanmasının hemen öncesinde yalansavar.org’da konu üzerine altına benim de imzamı atabileceğim bilimsel makale olabilecek kadar iyi bir yazı yazmış ve konu üzerine bu kadar kafa patlatmasından dolayı sizin sorularınızı da iletip görüş aldığım Bahadır Ürkmez Bey’e de özellikle teşekkür ediyorum.  

Bir tıp doktoru olmadığımı, mesleğimle ilgili ya da değil herhangi bir konu üzerine kendi kafamdaki sorulara bilimsel cevapları bulmadan durulmayan bir anne olduğumu hatırlatarak başlıyorum.

1- Serbest glutamik asit ve MSG sizce etki olarak farklı mıdır ? 

Sayın Noname, burda “bence” diye bir şey yok. Biokimya, beslenme, tıp, eczacılık ve gıda alanlarında farklı üniversitelerde çalışan Almanya, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletlerinden 10 uzmanın glutamatlar üzerine yapılmış son çalışmaları yorumlarıyla derledikleri 2007 senesinde  hakem onaylı dergide yayınlanmış (Consensus meeting: monosodium glutamate – an update, K Beyreuther et al., European Journal of Clinical Nutrition (2007) 61, 304–313 ) bir “konsensus güncellemesinden” alıntı yapacağım:

"MSG ve glutamat'ın diğer tuzları sulu çözeltilerde ayrışırlar ve bu nedenle serbest glutamik asit ile aynıdırlar ve bundan sonra L-glutamat (GLU) terimi kullanılacaktır" (Metin : "To clarify that added monosodium-L-glutamate (MSG) and all other glutamate salts dissociate in aqueous solutions and therefore are identical with free glutamic acid, only the term L-glutamate (GLU) should be used in the following statements. "

2- http://www.inspection.gc.ca/english/fssa/labeti/guide/ch4e.shtml burada yüksek serbest glutamik asit içeren gıdaların “no msg” adı altında etiketlenemeyeceği kanunen belirlenmiş. o halde hidrolize işlemi sonucu yüksek glutamik asit içeren gıdalar için NO MSG denebilir mi?

Verdiğiniz Kanada Gıda Araştırma Ajansının bağlantısı genel bir etiketleme, pazarlama tebliği. Kanada’da satılacak bir gıda maddesinin ambalajında ya da reklamında nelerin söylenip nelerin söylenemeyeceği vb üzerine odaklı. Bizim etiketleme tebliğimizde benzer maddeler vardır. Her ne kadar senelerdir çok ünlü bir gazoz firmasının “nefis tad” yazabilmesine gıcık olsam da bir gıdanın etiketinde gıdanın sahip olmadığı özellikleri yazmak, varolan bir özelliğinin pozitif bir sağlık etkisine yol açacağı anlamı verecek ibareler, şekiller, sözcükler vb kullanmak bizde de yasaktır.

Burada Kanada eğer bir gıda için “MSG içermez” ve benzeri bir tanıtım cümlesi kullanılacaksa hiç bir şekilde glutamat içermemeli diyor. Neden? Çünkü doğal ya da dışarıdan eklenmiş glutamatların kullanımı fark etmiyor. Peki glutamatlara dozaj bile vermeyen, kullanımını serbest bırakmış bir ülke neden bunu söylüyor? Bunun cevabını ben bilmesem de bir yorum getirebilirim. “Canada” ve “msg” kelimelerini beraber arattığınızda Kanada Sağlık Bakanlığı’nın http://www.hc-sc.gc.ca/fn-an/securit/addit/msg_qa-qr-eng.php adresli MSG üzerine soruları yanıtladığı sayfa karşıma çıktı. Burada Birleşmiş Milletler ve Dünya Gıda Örgütü’nün beraber yaptığı çalışmalarda glutamatların tüketiciler üzerinde negatif bir sağlık etkisi olmadığı sonucuna varıldığı, Kanada’lı sağlık uzmanlarının da aynı fikre sahip oldukları ama ne olursa olsun kimi insanların glutamatlara karşı alerji tipi bir reaksiyon ya da aşırı duyarlı olabileceği ve bu tip bir rahatsızlık yaşamamaları için de glutamat içeren gıdalardan uzak durmaları gerektiği belirtilmiş.  Yani esasında Kanada devleti bütün bilimsel kanıtlara rağmen “Bende glutamat hassasiyeti var, glutamatlı gıdalar tüketmek istemiyorum, bunun da etikette belirtilmesi lazım.” diyen ya da diyebilecek vatandaşlarına saygıyla yaklaşıp gıda etiketleme ve reklamlarını buna göre düzenlemiş. Ama tabi dışarıdan katılan ile gıdalarda kendiliğinden bulunan glutamatlar aynı şekilde vücütta sentezlenip eğer söz konusuysa aynı reaksiyonları verecekleri için kendiliğinden glutamat içeren ama dışarıdan glutamat katılmayan gıdalara “MSG içermez” ibaresinin eklenmesini yasaklamış. Bu durum üzerinden bilimsel değil sosyolojik bir yorum çıkar sadece.


 3) Glutamik asit non-essential bir amino asit olduğundan vücut onu kendi ihtiyacına göre üretmiyor mu anne sütünde de benzer bir süreç var. yüsek oranda dışardan alımı gerekli bir madde midir?

Bir aminoasit eğer esansiyel ise sadece vücudun dışarından temin etmesi gerekir. Glutamik asit esansiyel bir aminoasit olmadığı gibi en az alınması gereken bir miktarı da yoktur örneğin demir gibi.

4) 1 aylık bir bebekte kan-beyin bariyeri oluşmuş mudur? oluşmadıysa hiç bahsetmemişsiniz yazınızda ama excitotoxin kategorisine giren bu madde bebek beyninde zarasızdır neticesine nasıl vardınız? enjekte etmeseniz de beyne direkt gittiği için.

Yazımın en başında dediğim gibi doktor değilim, hele çocuk ya da bebek doktoru değilim sadece doğruları bilimsel olarak araştıran ve bilgi paylaştıkça çoğalır prensibi ile paylaşmaya çalışan bir gıda mühendisi anneyim. Sadece burada değil profesyonel iş ve özel hayatımda yazdığım, söylediğim ya da tavsiye ettiğim hiç bir gıdanın, ürünün ya da tekniği, verdiğim bilgilerin hiç birinin sağlık üzerine ufakcık bir negatif etki yaratmadığına da bilimsel olarak eminim. Kimsenin yüzüne bakıp da söylemeyeceğim şeyleri internet ya da yazılı ortamda da söylemem ve insanların da bu prensibe sahip olsalar daha şık bir iletişime geçilebileceğini düşünürüm.

Tüm bu çerçevede Bahadır Bey’in sizin bu sorunuz üzerine bana ilettiği cevabı ben de düşündüğümden tekrar tekrar yazmamak adına aynen buraya kopyalıyorum :  
Bebeklerde kan beyin bariyerinin oluşma zamanı konusunda bir konsensus bulamadım. Ancak hamileliğin 3. evresinden - doğum sonrasından 6 aya kadar süreler içinde oluştuğuna dair iddialar var. Bazı makaleler bebekte kan beyin bariyerinin fonksiyonel olduğunu söylüyor. O nedenle bu konuda oluşma zamanına takılmadan gene uzmanlara kulak vermek lazım:
"Glutamat tuzlarının (MSG ve diğerleri)  yiyecek katkısı olarak kullanımı bütün toplum için zararsızdır. Aşırı derecede yüksek doz GLU bile fetal dolaşıma geçmemektedir. Ancak hasarlı kan-beyin bariyerinin varlığında yüksek dozların etkisi daha çalışılmalıdır." European Journal of Clinical Nutrition'da yayınlanan "Consensus Meeting: monosodium glutamate - an update" isimli makaleden (Orjinal metin : "The general use of glutamate salts (monosodium-L-glutamate and others) as food additive can, thus, be regarded as harmless for the whole population. Even in unphysiologically high doses GLU will not trespass into fetal circulation. Further research work should, however, be done concerning the effects of high doses of a bolus supply at presence of an impaired blood brain barrier function.")  
Açıklama: Bütün toplum = yetişkinler + bebekler. Kan-beyin bariyeri hasarlı ise çalışma gerekli. Bebeklerde kan beyin bariyeri hasarlı değildir. Bebeklerde ne şekilde çalıştığına, ne zaman çalıştığına dair bir ortak bakış yok. Zararsız olduğunu çıkarıyorum ben ama isteyen emzirme döneminde glutamat tuzlarından uzak dursun. Ama bu bana çok emen çocukların ne kadar GLU aldığı sorusunu sorduruyor? ”
5) madem msg bebekler için çok güvenli ise neden bebek mamalarından çıkarıldı? ama eşdeğeri olan glutamik asit bazı mamalarda yüksek oranda mevcut -kilolarca salça yedirmenize eşdeğer oranlarda mesela
Sayın Noname, glutamatların hiç biri için özellikle bebekler için çok güvenli demedim, bebek mamaları ile ilgili hiç bir yorum yapmadım ilk yazımda. Bebek mamalarını glutamat içeriğinden dolayı değil aşırı şeker ve karbonhidrat yükü nedeniyle çok tasvip etmem, şükür ki bebeğim için de kullanmak zorunda kalmadım. Bebek mamaları ve devam sütleri kesinlikle ihtiyacı olan bir çok çocuğun hayatta kalmasına yardım ediyorlar ve bir zorunluklar kimi aileler için. Bebeklerde 6 aydan ve bir yaşından önce tüketmemesi gereken gıdalar vb bellidir. Bunların içerisinde özellikle glutamat olsun diyen kimdir, böyle bir şey denmiş midir bilmiyorum. Glutamat oranının kimi bebek mamalarında neden yüksek olduğunun cevabını sanırım üretici firmadan alabileceğiniz bir bilgi olmalı. Yanıtlarını benimle de paylaşırsanız çok sevinirim.

6) Hidrolizasyonla elde edilen glutamik asit birebir doğadakinin aynısı mı? mesela d-glutamic acid, pyroglutamic acid gibi maddeler de açığa çıkıyor mu? bunlar da çok faydalı maddeler mi?

Bu sorunuza yukarıda cevap verdim. D-glutamik asit ve payroglutamik asit için araştırma yaptım ama tatmin edici bir bilgiye ulaşamadım. Eğer sizde varsa lütfen benimle paylaşın. Belki bu konuda yıllar yıllardır çalışan glutamatların zararsız olduğunu belirten bilim insanlarına “yahu biz bunu nasıl gözden kaçırdık” dedirtiriz kim bilir!

7) Alerji türü reaksiyonlarla sınırlı dahi olsa MSG eşdeğeri maddelerin MSG içermez adı altında pazarlanmasını doğru buluyor musunuz? 

Buraya kadar Bahadır Bey’in bilgilerinden ve yorumlarından faydalanmışken kendisinin bu sorunuza verdiği yanıtı es geçmeyeceğim : “Hayır doğru bulmuyorum. Kanada'nın yaptığı düzenleme harika!!!  Evde salça, makarna yapan, peynirli tost yapan doğal anneler çıkıp ben hiç katkı kullanmadım, MSG yok, katkı yok diyemeyecekler ve saf insanları kandıramayacaklar.”

Alerjen konusunda aşırı hassasım bir gıda üreticisi olarak. Bilimsel anlamda bir ispat söz konusu olmasa da insanların glutamat kullanmama isteğini domuz ya da alkol tüketmek istememek ile aynı kulvarda görüyor ve saygıyla karşılıyorum. Bunun ötesinde de gıdaların kendiliğinden sahip olmadığı özelliklerin reklamcılar tarafından abartılmasına da (örneğin zaten kolestrol içermeyen sıvı yağların özellikle kolestrol içermez diye gözümüze sokulması gibi) öfkelendiğimi özellikle belirtmek isterim. Glutamat konusu çok abartıldı, buraya gelinceye kadar ilgilenmemiz gereken bir sürü başka sorun var gıdalarla ilgili. Ama önemli olan tüketicilerin kafasındaki soru işaretlerini kaldırarak güvenli ve sağlıklı gıdalar tüketmelerine yardımcı olmaktır.

Sayın Noname, umarım sorularınızı yanıtlayabilmişimdir. Kafanıza takılan başka bir nokta kaldı ise lütfen sorun, bilgim dahilinde yanıtlamaya çalışırım. Burada yaptığım gibi başka ilgili kişilerden, uzmanlardan da fikir ve yardım ister araştırırız. İsterseniz site yöneticileri ile irtibata geçin ve iletişim bilgilerimi alın. Ben her türlü etkileşime açığımdır malum bilgi paylaştıkça çoğalır.

Saygılarımla,

Tuğba Bayburtluoğlu

5 Aralık 2012 Çarşamba

Felaket tellalığı, glutamatlar, maya ekstraktı filan filan filan

Geçen yine anneloji.com dan bir soru geldi monosodyum glutamat üzerine ben de cevapladım : http://anneloji.com/archives/6821

Bir kaç gün öncesinde de zaten yalansavar.org glutamatlar üzerine detaylı ve benim de altına imza atabileceğim bilimsel kalitede bir yazı yayınlamıştı  : http://yalansavar.org/2012/11/28/aci-tatli-eksi-tuzlu-metalik-ve-msg/

Ben cips severim açıkçası. Tüketimimi sınırlamaya çalıştığım bir rafine gıda. Barbekü ya da köri gibi hazır sosları da severim. Bunları sevmemin sebebinin aroma arttırıcılar olduğunu sanırdım taaaaa ki aldığımı bile unuttuğum Kühne'nin hazır Köri Sosu aklıma gelip de fırın köftenin yanında deneyinceye kadar. 

(Hemen aç parantez, fırın köfte çalışan insanın kurtarıcısıdır. Bir kilo kıymadan köfte yapın, bölün güveç kaplarına, küçük borcamlara incecik serin, atın buzluğa; sabah işe giderken buzdolabına indirin, eve geldiğinizde salata hazır olana kadar pişer fırında. Üstüne biraz kaşar süper akşam yemeği işte)


şukela:)
Yani meğer ben baharat seviyormuşum:))  Kühne Kori Sosu'nun üzerine koca koca yazmış aroma arttırıcı da koruyucu da kullanmadık diye. Yeni trend bu gıda firmalarında. O kadar çok korktu ki millet asılsız haberlerden satışları belki düşmedi  şirketlerin ama kimisi müşteri isteklerine gerçekten değer veriyor olmak için kimisi öyle görünüyor olmak için koruyucular kalktı, aromalar yerinde dursa da aroma arttırıcılar koymuyoruz dendi filan filan. Bir kaç özel durum dışında devletin bir sınırlama getirdiği de yok. Bunların hepsi pazarlama işte dostlar.

Şimdi Evropa'da Amerika'da maya-ekstraktı karşıtlığı var. Bir kaç ay içerisinde bize de gelir maya-ekstraktlarının ne kötülükler aman allahım neler neler yaptığına dair bilgiler. Herkesi alır bir telaş. İçinde maya ekstraktı olan gıdalar ifşa edilir. Bir doktor çıkar esasında mayalı ürünlerin kullanılmasının bla bla bla olduğunu ve şu bu şu hastalıklara sebep olduğunu söyler. Listeler abartılır, korku köpürtüldükçe köpürtülür. Bilimum uzmanların fikri sorulur, iyi niyetli olanlar araştırır "korkmayın" der, vakti olmayanlar da "yemeyin kardeşim" der çıkar işin içinden. Bu böyle bi kaç sene devam eder. Sonra müşterilerinin isteklerine acaip önem veren bir firma çıkar flaş flaş flaş biz maya ekstraktı kullanmıyoruz ürünlerimizde der. Gazeteler haber yapar, sosyal medyada paylaşılır, millet aferin lan der. Sonra başka bi kötü bileşen belirir döngü yine başlar ama kimse de dönüp bakmaz akrilamid sorununa ya da köy pekmezlerindeki kanserojen HMF illetine. Olan yine benim gibi gerçek sorunlara dikkat çekmeye çalışanlara olur, ya da bişi olmaz ne bileyim ben artık yazıp geçiyorum, sorana da "Rafine gıda tüketmeyin" diyorum. Kendime de diyorum tabi:)

23 Kasım 2012 Cuma

"Kolaysa sadece bir ekmek alıp çık!"

Süpermarketlerin bizi daha fazla alışverişe yöneltmek için yaptıklarından bahseden yazının başlığını ve kendisini alıyorum bloguma. Hem belki gözünüzden kaçmıştır diye hem de ne zamandır kafamda dönüp duran bir kaç tespit var efem onu yazıcam. 

Gıda mühendisliği eğitiminde pazarlama dersi vardır ama çok ağır değildir. Gerçi Tevfik Hoca'nın kapısını meraktan aşındırmışlığım çoktur. İlgim hep vardı yani. Bi de ihtiyacım olduğunu düşündüğüm için gittim yüksek lisansını yaptım. Bu yazıdan da bilmediğim tek bir şey öğrendim, karoların küçüklüğü büyüklüğü meselesi. İlginç di mi? Daha neler neler keşfedilecek pazarlama konusunda sen bi dur dur:)))

Sevdicek beni ve bir çok hatunu marketlerde fazla zaman geçirmekle, ihtiyacımız olmayan şeyleri incelemek ve almakla itham eder ve kendi market turunu ne kadar kısa sürede bitirdiği söylendiğinde de "uçak tekerleri indirimdeydiş ama Tuğba bakar nasılsa durmadım ben" diye giydirir sağolsun. Ama market alışverişinde unutkanlığı çoktur haspamın o başka.


heheyttt *


Zamanında süpermarket ve alışveriş marketlerinin insanlara yalancı bir özgürlük  hissi verdiğini, bunun da kapitalizmin bir oyunu olduğuna dair bir yazı okuduğumda "aha" dediğimi şimdi kabul edeyim. Harbiden de insan bazen tüm o binanın kendisi için yapıldığını, tüm reyonların kendisi için cici cici hazırlandığını filan düşünüp gaza gelebilir. "Len evi bok götürüyo ben burda napıyorum?" demez, nizami, şık, yeni ve temiz ortamları sever çoğunluk.

Bir de işin toplumun sana yakıştırdığı hobilere, ilgilere sahip olma tarafı var. Komple alakasız bir yere gittim gibi görünebilir ama Virginia Woolf'un o ünlü tavsiyesinden yola çıktım sadece. Kadın, kafasında ne varsa onu yapması için kendine  bir yer açması gerektiğini savunur Woolf; "kendine ait bir oda"ya sahip olması gerektiğini söyler. Türk kadını gerek gelenek, gerek din ve benim boyumu aşacak bir çok psikolojik ve sosyolojik sebepten dolayı mutfağını o "oda" haline getirir. Eskiden dikiş odaları da vardı şimdi giyim ucuzladı biz ancak düğme diken nesiller olarak yetiştik. O dikiş odaları bile evin içerisindeydi. "Aman kadın dışarı çıkmasın, evinde otursun, çalışacaksa bile evinden çalışsın" cümleleri annemlerin zamanında daha çok kurulsa da hala kullanımda ve kimi zaman da bunu çok sorun etmemiş, çoktan içselleştirmiş hemcinslerimin dudaklarından dökülüyor. 

Ne diyodum? Hah. Türk kadının "kendine ait odası" mutfağıdır. Günde 3 öğün evde yemesek de ve hatta dört başı mamurluk derdinde olmasak bile lezzetli ve tabi sağlıklı yemeklerin pişirilmesi fazlasıyla mesai gerektirir. Hadi çamaşırı da temizliği de bir günde hallettim desen bile yemek işi her gün en az bir öğün için bile olsa yer ister. Kahvaltı için bile "hazırlığın" yapılacağı bir "mekan"a ve alet ekipmana ihtiyaç vardır. İnsan fıtratıdır en güzele sahip sahip olmak istemek; hele bi de zevkli bir kadınsa döşer evini mutfağını. Kırmızı bir ruj yerine daha da ateşli bir tonda kırmızı bir blenderın hediye geldiği ilk anneler günü esasında tüm ailenin mutfağın tamamen anneye ait olduğunu altını koyu bir kalemle çizdiği gündür. Bunun bir sonraki aşaması annenin mutfağı yıktırıp yeniden yaptırmasıdır. E koca mutfak yaptırınca da artık dışarda satılan salçalar, tarhanalar beğenilmez, mutfak gereksizce ufak bir imalathaneye dönüştürülür ve o koca mutfağın meşrulaştırılması devam eder.

Marketten girdim nerden çıktım. Esasında mutfağın meşrulaştırılması konusu başka bir yazı konusu olacak kadar derin. 

Kısacası yemek hazırlamanın yanı sıra evin ve ev halkının bitmek bilmez ihtiyaçları için alışverişe gitmek zorunlu. Bu işi "tacizden kaçamıyorsan zevk almaya bak" şiarıyla kabul ediyorum ben en olmadı. Bir de tabi bambaşka konulara gidebilecek "BMW kullanamıyorum ama kolanın en iyisini içerim" olayı da var. Varoğlu var açıkçası. Pazarlama bu kolay mı? Ben azcık içimdekileri döktüm sadece.

Ha bu arada resimdeki iki şaşkın müşteriyi bulan el kaldırsın:))) 

19 Kasım 2012 Pazartesi

Gıda takviyelerinde tağşiş - Bakanlığın teşhiri

Bakanlık yine tağşişçi firma teşhir etmiş. Listeye bakıyorum iki firmayı tanıyorum. Biri Denizli'den bir meşrubatçı. Ya kötü niyetliler ya da kendilerine "enerji içeceği miksi" veren hammaddecileri kötü niyetlidir. Diğeri zaten Gıda Bakanlığı'ndan bile izin alma gereki duymadan çatır çatır kanyaklı "yaşam iksiri" satan firma. Zamanında arayıp sormuşluğum bile var, ithalat izinleri bile yok Bakanlıktan.

Burada yazacağım esas nokta Gıda Bakanlığı'nın derdi.

Alternatif tıp pazarı sadece Türkiye'de değil tüm dünyada büyüyor. Bizde zaten çarpık bir sistem var aktar diye. Kimse kusura bakmasın ama açıkta satılan çaydan, ottan insan ancak hastalık kapar. Belki bi kına alınabilir buralardan. 

Bizde ilaç reklamı bile yasaktır. Sağlık Bakanlığı burnundan kıl aldırmaz, hele ki ruhsat konusunda. Gıda takviyecileri bi yana ilaç sanayii bile ruhsat işine gelince yaka silkiyo Bakanlık'tan. E bi pazar var. Yurdumun açık göz "iş" adamları da afrodizyaktı, zayıflamaydı, saç ürünüydü diye bin bir derde derman bitkiselleri allayıp pullayıp satma derdinde. Şimdiye kadar gıda takviyesi diye kakalamaya kalktılar; izinleri de doğal olarak Gıda Bakanlığı'ndan aldılar. Negatif etkiler örneği zayıflama haplarından ölümler görülünce de suç Gıda Bakanlığına atıldı. 

En son gıda takviyeleri üretmek isteyen bir firma için ruhsat işlerini iki bakanlığa da danıştım. Sağlık Bakanlığı ara ürün, geleneksel formül filan dinlemiyor direkt ilaç ruhsatı verecekmiş gibi bir dosya istiyor. En az iki sene ve baya bir servete mal olacak bir çalışma gerek. Gıda Bakanlığı da uyanmış, bitki listesini düzenlemiş, başına dert açıldığından kılı kırk yarıyor. "İçinde o olmasın, bu olmasın, ilaç len o git Sağlık Bakanlığına" diyor. Bugünkü firma teşhiri de Gıda Bakanlığı'nın üzerinden yük atmaya çalışmasının bir sonucu.  Kızmıyorum valla haklılar çünkü bu ülkede en çok afrodizyak benzinliklerde satılıyor yahu, her benzin alışımda yeni bir marka görüyorum. Kardeşim git düzgün beslen, sigara içme, stres yapma, git bir üroloğa danış; ne medet umuyorsun ne idüğü belirsiz ilaçlardan. İki gram fazlam var diye ya da iki gece ateşli gece geçiremedim diye kendini ne öldürtücen. İnanma Bakanlık onayı filan olsa da ve hatta bırak aktarı eczanede satılsa da. Piyasada onaylı da onaysız da bir sürü ürün var. Kanma, içme, kullanma, kullandırtma. Sen "saf" olduktan sonra bu devlet seni ne kadar koruyabilir ki? 

8 Kasım 2012 Perşembe

Küflü peyniri atsak mı atmasak mı?

bu artık peynirli küf olmuş yahu...
Anneloji.com'da yayınlanmış bir cevap daha. Peşinen söyliyim börek yapmak da işe yaramayabilir. Buyrun efem : http://anneloji.com/archives/6774

Fotoğraf kredisi: http://www.basenow.net/2008/12/10/a-lesson-in-molds/ Eğlenceli bir küfler nerde bulunur yazısı...

6 Kasım 2012 Salı

Raftakiler - Orvital Organik Sosis

Geçtiğimiz haftalarda denedim ancak yazıyorum. Orvital organik tavuk işinde nispeten yeni bir firma. Bebişe en azından 2.5 yaşına kadar tavuk olarak tırım tırım Migros'larda bulduğumda Orvital alıp haşladım (bir de Hipp'in organik tavuk ve hindi yemeklerinden verdim). Belki arada kaçmıştır ama gönül rahatlığı ile ilk yedirdiğim sosis Orvital'inki oldu.

İçindekiler :  Organik dana eti, organik dana iç yağı, organik kırmızı tatlı biber, organik kişniş, organik sarımsak, deniz tuzu, doğal pirinç nişastası, doğal muskat, doğal akbiber.

İçindekilerde bir sorun yok. Kontrol firması IMO. İşini iyi yapan bir sertifikasyon firmasıdır. 

Üzerinde önce 2 dakka haşlayın sonra isterseniz kızartın diyordu, öyle yaptım. Açıkçası baya sert bir ürün, haşlayınca hacmi artıyor. Kızartınca da dış kabuğu dişe geliyor. Yani  konvansiyonel sosislerin o gereksiz yumuşaklığını beklemeyin bundan. Benim sevdicek gibi takıntılı "müşterileriniz" varsa küçük doğrayın. 

Bir de şu içinde spagetti geçen sosislerden güzel olur sanırım bundan. Resmi burdan aldım. Tarifi basit zaten.

Migroslarda var Orvital ama sanırım sadece büyük olanlarda. Ben Ataşehir Migros'ta rahat buluyorum bununla beraber diğer ürünlerini de. Organik piliç sosisleri de var, kırmızı etleri de ama açıkçası etlerini hiç görmedim. Şimdi yazarken farkettim hiç organik et yemediğimi. Ayıp valla denemem lazım en kısa sürede.)

Fiyat çok değil. 250 gramlık bir paket 10 lira civarı şimdi yanlış olmasın. Sosis ana besinlerden biri değil ama bir doğumgünü partisinde ya da misafir ağırlanacak bir kahvaltıda insanın vicdanını sızlatmayacak bir şarküteri ürünü bulunması güzel.   

2 Kasım 2012 Cuma

Et seçimi

Açık et nası seçilir sorusunu anneloji.com'da yanıtladım. 40 yıllık gazeteci gibi havalı havalı bağlantısını vereyim bare:))) http://anneloji.com/archives/6740

31 Ekim 2012 Çarşamba

Bir gıda mühendisi dışarda ne yemez I - Peynirli Börek

Dışarda bir börekçide illa börek yiyeceksem (ki esasında pek tercih etmem çok yağlı oluyor) genellikle peynirli böreği tercih etmem. Eğer bildiğim bir yerse kıymalıdan yanadır. Bilmediğim bir yerse patatesliden. Hoş bu bünye zamanında Bağdat Caddesi'nin ortasında güvendiği açık renk bir fırından da zehirlendi ya neyse. 

Ne diyodum, peynirliği böreği dışarda tercih etmem.

Neden?

Sabah yemediğim börek... Foto bilgisi aşağıda
 Su böreği ve özel börek servis eden Mado filan gibi yerler bir tarafa sokak arası börekçilerinin kullandığı peynir genellikle ekşimik ya da lordur. Lor peynirini severim ama kendi yaptığım böreğin içerisinde. Ekşimik ise kesinlikle tercih etmediğim bir peynirimsidir. Peynir değildir, şimdi uydurdum peynirimsiyi:) Eve sokmam zaten. Tehlikeli gıdalar hakkında mikrobiyoloji.org'da güzel bir yazı var. Tam bağlantı burada okursunuz diye, sadece ekşimik bölümünü alıntılıyorum : 

"Ekşimik peyniri : Peynir yapıldıktan sonra arta kalan peyniraltı suyu kaynatılarak lor peyniri yapılır. Bu çerçevede lor peyniri sağlıklı bir peynirdir. Pastörize edilmiş süte zararsız organik asitler ilave edilerek asitlik artırılır, bu süt ısıtıldığına çöker. Bu şekilde elde edilen çökelek peyniri de sağlıklı bir üründür. Buna karşın süt fabrikasına geldiğinde bakterilerin çoğalması sonunda asitliği yükselmiş sütler pastörize edildiğinde çöker. Süt fabrikasının hiç bir işine yaramayacak bu bozulmuş sütlerden hafifçe ısıtılarak ekşimik peyniri yapılır. Bu peynirde her türlü mikroorganizma bulunur. Bir diğer deyiş ile çökelek peynirinde sütün asitliği kontrollü olarak yükseltilir, ekşimikte ise süt asitliği bakterilerin kontrolsüz gelişmesi sonunda artmıştır, asitliği yüksek olan süt ısıtıldığında çöker. Açık semt pazarlarında lor peyniri adıyla satılan peynirlerin büyük bir çoğunluğu ekşimik denilen peynirdir. Bu peynir genellikle böreklerde kullanılır. Börek yapılırken pişirme sıcaklığı ise bu peynirde bulunan istenmeyen ve hastalık yapıcı mikroorganizmaları öldürmeye yetmez. Fiyatı düşük olduğu için tercih edilir. Ancak her hangi bir pastörize sütün 1 litresine yarım çay bardağı limon suyu ilave edilerek kaynatılır ise süt kesilir, basit bir tel süzgeçten süzülerek (istenirse kestirmeden önce tuz ilave edilerek) çok daha ucuz ve çok daha sağlıklı çökelek peyniri evde de yapılabilir."

Karar Yüce Türk Milleti'nindir efem. Saygılar!!


Foto : Google'da foto ararken buldum, bizim buraları yazmışlar. Buyrun : http://gezmedenolmaz.wordpress.com/2011/02/27/kirklareli-edirne/

30 Ekim 2012 Salı

Önemli bir araştırma sonucunu paylaşıyorum : Çekirdekli Zeytin mi Biberli Zeytin mi?

Benim kafadan biri sözlüğe yazmış sağolsun; geçen haftanın en beğenilenlerden olmuş. Direkt kopyalıyorum buraya. Unutmayın bu kıyağımı:)))

çekirdekli yeşil zeytin vs biberli yeşil zeytin

  1. geçen gün mutfak alışverişi yapıyorum. peynir, yumurta, süt vs derken sıra geldi kahvaltının vazgeçilmezi, can sıkıntısının can düşmanı yeşil zeytine. biberli mi alsam çekirdekli mi alsam derken ince hesap yapıp, küçük hesaplarım adamı olasım geldi ve çekirdeğe boşuna para vermeyeyim dedim. baktım fiyat farkı da cüzi, biberli aldım.
    merakımı gidermek için de bugün çekirdekli zeytin alınca çekirdeğe kaç para verdiğimizi hesapladım. paylaşıyorum..

    çekirdekli yeşil zeytinin ortalama kg. fiyatı: 10 tl
    kırmızı biberli yeşil zeytinin ortalama kg. fiyatı: 11 tl
    (aynı yörenin zeytinlerini karşılaştırdım)

    bir tane yeşil zeytin numunesi alarak sizler için tarttım biçtim maliyet çıkarttım.
    buyrun;

    çekirdekli zeytinin ağırlığı: 2,755 gr.
    çekirdek ağırlığı: 0,848 gr.
    çekirdeksiz zeytin ağırlığı: 2,755-0,848 = 1,907 gr.

    çekirdeğin zeytindeki yüzdece ağırlığını hesapladığımızda %30,78 olduğunu görüyoruz. biz bunu ortalama olarak %30 gibi görelim.
    1 kg. çekirdekli zeytin aldığımızda 10 tl. veriyoruz ve 700 gr. zeytin yemiş oluyoruz. 1 kg. zeytin yemek için 14,28 tl ödememiz gerekiyor.

    çekirdekli zeytine ödediğin 14,28 tl nerde, biberli zeytine ödediğin 11 tl nerdee..

    çekirdeksiz, mis gibi biberli zeytin dururken, çekirdeğe dünyanın parasını ödüyoruz anlayacağınız.
    onu da geçtim sırf çekirdek zahmetiyle uğraşmamak için zeytin yemeyecek kadar tembelleştiğim zamanları bilirim ben.

    hesap ortada dostlar.
    eğer kırmızı bibere antipatiniz yoksa,
    "zeytin dediğin delikanlı olur ne o öyle biber falan" demiyorsanız,
    "çekirdeği çıkartmanın zevki bir başka olur., sapsız armut olmaz, boş kaleye gol atılmaz" gibi bir düşünceniz yoksa(varsa da öyle düşünceyi sikeyim afedersiniz)
    kırmızı biberli yeşil zeytinler sizleri bekliyor. ne duruyorsunuz?..
    (periyodik pergel, 23.10.2012 13:02)

16 Ekim 2012 Salı

Lezzetin Tarihi'inden Notlar - İçecekler

DÜNYA GIDA GÜNÜ KUTLU OSSUNNNN!!!!

Zeki Hoca'nın Lezzetin Tarihi  kitabından ilginç bulduğum notlarla devam ediyorum blogcum bu güzel günde:)

- Kokteyl kelimesi "cocktail" yazılır ya İngilizce'de yani horoz kuyruğu. "Söylentiye göre Amerika'da bir hancı kadın, müşterilerine hazırladığı özel içki karışımlarının karıştırılması için bardağın içine kaşık yerine horoz tüyü koyduğu için bu adı almıştır." Sayfa 133

- En başlarda ilaç olarak düşünülen kolanın tarihi üzerine baya bir isim var kitapta. Bir kaç cümle : "Coca-Cola adlı içeceğin özgün şekli, alkol ve uyuşturucu madde içeriyordu. Ancak 1906 yılında kolanın bileşiminde kokain içeriği yasaklanmıştır..... Bradham Coca-Cola'nın başarısını ikiye katlamak umuduyla araştırmaları sonucunda bir ürün olarak Pepsi Cola'yı geliştirmiştir. Pepsi adı Yunanca "sindirim - hazmetme" anlamındaki "pepsis"ten gelmektedir. 

- Balayı (honeymoon) kelimesinin genç evlileri sakinleştirmek ve aşk deliliklerini bertaraf etmek için verilen ve balın mayalandırılması ile elde edilen bal şerbetinden doğduğu düşünülüyor.

- Eski şarap da bira da şu andaki halinden çok farklı. Eskiden şarap zaten saklanamazmış. Ancak dayanıklı cam, mantar filan bulunduktan sonra saklanır olmuş şarap. Bira da patatesle tanışmamış Avrupa'nın ekmekle beraber besin kaynağı imiş. Biraya zamanında sıvı ekmek derlermiş. Esasında hala denilebilir:) Buz gibi bir sıvı ekmek olsa da içsek. Heheheh 

10 Ekim 2012 Çarşamba

İlk Mekan Yazısı : SIDIKA

Eylül'deki 5. evlilik yıldönümümüz için herkesi gidecek güzel bir yer önerin diye sıkıştırıp durdum, sonra da "Ayol ben ne zamandır Sıdıka'ya gidicem. Bundan iyi fırsat mı olur?" diyip sevdiceği çekiştire çekiştire Şair Nedim'e götürdüm. 


Sıdıka Cafe Bistro Meze Rest.

Sıdıka, bir  Meze Restoranı. Mekana kendi ismini vermiş hatunla seneler seneler evvelsinden ekşi sözlükten tanışıklığım var. O zaman ikimiz de kendi halinde sözlükte takılan mühendisler idik. Bir ara koptuk birbirimizden. Meğer hatun o arada restoran işletmeciliği ve yeni tatlar yaratmada İstanbul'un önde gelenlerinden biri olmuş:) Tekrar haberleşmeye başlamamız ile benim kendisini ziyaretim arasında ne yazık ki bir kaç ay ve hatta bir şehir var. Gidip de güzelim yemeklerini tattıktan sonra geç kaldığıma iyice hayıflandım açıkçası.

Yukarıdaki fotoğraf internet sitesinden. Şair Nedim'in artık ne yazık ki rutinleşmiş kalabalığından sonra çok sakin ve rahatlatıcı bir mekana giriyor insan kapıdan adımını atar atmaz. Hem meraktan hem de her şeyi tadıp yazma isteğimden dolayı her şeyden sipariş verdik. O günün "tahtası" ise benden :
   
Günün menüsü taktimimdir.)
Nelerin tadına baktık kısaca yazayım :

- Ot Tabağı : Pazı, ıspanak, börülce ve kraliçe Cibez'in üzerine Ayvalık sızmasıyla oluşmuş çok iyi bir tabak.. Otların tadını öldürmeden pişirmişler ve zeytinyağı-limon-tuz dengesi çok güzel sağlanmış. Hafif bir akşam için sırf bu tabak, bir küçük sepet "foccacia" ve bir kadeh beyaz şarap yeter de artar bile.

- Fıstıklı Peynir : Benim ilk defa Sıdıka'da tattığım farklı bir peynir ve fıstık yorumu. Çok iyi... Restoranının tüm malzemlerini en iyisinden seçtiğini özellikle belirtiyor Sıdıka ve hatta fıstığı Antep'ten özel olarak getirdiğini belirtti. Bu karışımın tadını bu haliyle koruyarak seri üretim yapabilsem Sial'de ödül alırım yahu:) Sıdıka'ya söyledim formülü çalmak (!) için ama "İki günde bozulur, bunun taze yapılması lazım" diye tüm ar-ge hayallerimi suya düşürdü. Sağlık olsun:)

- Köz biber ve patlıcan : Kendi kömür közlerinde yapıyorlarmış. Ben patlıcan pek sevmem ama sevdicek delisidir; süpürdü bu tabakları tabi.  

- Ahtapot ızgara : Çok güzel. Izgaranın tadını alabilmek çok güzel. Klişe olcak ama gidin yiyin ben anlatmıyım:) 

- Tereyağında karides : Hep söylerim deniz çocuğu olmadığımı ve deniz mahsülleri bilgimi yeni yeni ve yavaş yavaş oluşturduğumu. Benim gibi biriyseniz Sıdıka'nın bu karidesin tazeliğini koruyan stili size çok da uygun olmayabilir. Denizin çocukları siz yumulun...

- Yeşil makarna : Her gittiğim yerde makarna yerim, burda da yedim. Pestosunda yine meşhur Antep Fıstığı vardı. Fena değildi.

- Lakerda : Gidin bilen birinin elinde yiyin, bana güvenmeyin.

- Abidin ve Sakızlı Muhallebi : İkisinin de tadı çok güzeldi. Abidin Sıdıka'nın sufle yorumu. Sanırım adı "Bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?"den alıyor. Gelecek sefere soracak bişiler kalsın. Sakızlı muhallebinin içindeki minik badem dilimleri de güzel bir lezzet vermiş.

Gitmeden önce "porsiyonları küçük" demişlerdi. Aç kalmadık tabi ki Sıdıka'nın ev sahipliğinde ama evet porsiyonlar alışıldık Türk tipi porsiyonlara göre küçük. Esasında ben bu küçük porsiyonu seviyor ve destekliyorum. Bir çok şeyden baymadan tatma imkanı veriyor. Bir de çocukluk kabusu var tabi : "O tabaktakiler bitecek." Porsiyonlar kararında olunca ne tabakta bişi kalıyor, ne ben patlıyorum yemekten ne de yediğimin tadı tavsıyor.

Bu benim ilk mekan yazım. Şöyle bir okudum da sevgi kelebeğinin yandaş yazısı gibi olmuş. Açıkçası umrumda değil. Bana ters gelen bişi görsem Sıdıka ile hukuğumuza filan bakmaz yazardım. Mekan temizdi. Tuvaletlere özellikle bakarım. Tuvalet de temizdi. Mutfağa dalmam gerekirdi atlamışım. Bir gıda mühendisi gözüyle bundan sonra gideceğim mekanların mutfaklarına dalacağım. Garson arkadaşlar da ilgiliydi. Fiyatlar zaten belli, müthiş pahalı bir yer değil Sıdıka. Ambiyansına, servisine ve özellikle de yemeklerine uygun fiyatlar biçtiklerini düşünüyorum. Artık akşamları açıklar. Pazar kapalılar. Bir tek Cuma gündüz servisleri var ama gitmeden bir kontrol edin sitesinden filan . Hatta mutlaka rezervasyon yaptırın çünkü çat kapı yer bulamayabilirsiniz.

Gelecek sefere asma yaprağına sarılmış levrek ve kadayıfta karides yemeğe gideceğim çünkü aklımda kaldılar.  Ot tabağı ve fıstıklı peyniri de illa ki sipariş edeceğim:)

9 Ekim 2012 Salı

C Vitamini demek daha kolay. Askorbik asid de neymiş:)

Geçen nerde okudum bilmiyorum ama yeni bilgi edinmek de insana haz verirmiş. Ondan beridir elimdeki Lezzetin Tarihi'ne daha bi şevkle sarıldım. Altını çizdiğim yerleri ne zamandır paylaşacam ilki Askorbik asidin olsun :))

C vitamini eksikliğinden kaynaklanan iskorbüt hastalığı eski zamanda denizcilerde çok görülürmüş. Keşifler döneminde uzuuunnn deniz yolculuklarına çıkarken gemiye genellikle taze meyve sebze yerine bolca kurutulmuş vb gıda alındığından mürettebat C vitaminine hasret ve tabi kolayca iskorbüt olup patır patır ölüyorlar. 1747'de James Lind beslenme üzerine ilk bilimsel deneyi gerçekleştirerek portakal suyunun iskorbüte iyi geldiği bulmuş.. 1933'de C vitamini kimyasal yolla sentezlendiğinde iskorbüte karşı geldiğinden a-iskorbüt : askorbik asit komuşlar bu caanım vitaminin adını:))

Akşam zıplaya zıplaya sevdiceğe anlattım bunu. Deliyiz biz evet:)))   

3 Ekim 2012 Çarşamba

İtalya'ya ve Anadolu'ya aynı gün bi gidip geldim - II

Eskiler yediğin içtiğin senin olsun gördüklerini anlat deseler de teee onların zamanından beri ne yenilip ne içiliyormuş kim hazırlıyormuş kim tadıyormuş konuşulur. Şimdilerde elimde iki kitap var gıdalar ve yemek kültürünün tarihi üzerine, geçen de kitapçıda Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'ndeki yemek vb bölümlerini ele alan kapkalın bir kitap gördüm. Maymun iştahlılığım tutmadı Allahtan almadım. Ayol bir giriş yapayım dedi laf nereye gitti. Efem diyceğim o ki ezelden beri yeme içme ve bunların anlatılması önemlidir ve ben de Cumartesi gün Türk ve İtalyan Mutfak Kültürleri Omuz Omuza etkinliğinden notlarımı aktarmaya devam ediyorum. (Oh be sonunda giriş yapabildim yazıya:)))

Bu etkinliğe zamanında ikinci dil olarak kendine İtalyanca'yı seçmişliğin getirdiği kültürel merak ile yeni bişiler öğrenip, yeni tadlar tadıp, eski bildiklerimle bu tatları karşılaştırıp bi de üstüne belki yeni insanlarla tanışmak üzere katılmak istedim. (Merhaba ben multi-purpose insan) Bir çok insan da benzer amaçlar için oradaydı sanırım. Verdiğimiz 40 lira az bir para değildi belki ama en azından bir kaç saat içerisinde belirli yerlere gelmiş şeflerden ve restaurantlardan tadım yapmaya değerdi. O kadar paraya hangi otelde bu kadar çeşit yer ki insan, yahu otopark o kadar tutar:)

Tam sayıyı bilmiyorum açıkçası ama o gün Maçka Parkı'ndan en az 500 kişi geçmiştir sanırım. Genel olarak Nişantaşı ve çevre ahalisi ile her organizasyonun özgüveni aşırı yüksek (!) insanları ortalarda gezinse de benim gibi uzaklardan gelmiş ve mutfağa gönül vermiş bir çok insan da vardı. Misal www.seneminyemekleri.com'un site sahibi Senem Hanım tüm soruları ve anlatacaklarıyla ordaydı:) Yemek ve blog dünyasını çekiştirdik...

Türkiye'de şeflik işi en azından uluslararası düzeyde oteller üzerinden devam ediyor. Ben yerli yabancı bir kişi dışında hiç bir şefi tanımadan gittim etkinliğe. (O da gelmedi zaten) Esasında ünlü takip etmeyi pek sevmem ama bir kaç yabancı şefi televizyondan filan biliyorum ve tarzı hoşuma gidenleri siteleri ve denk geldikçe programları üzerinden takip ediyorum ama şöyle twitterda ya da facebookta takip ettiğim ünlü bir otel şefi ya da televizyonda program yapan biri yok Türkiye'den. Eksiklik mi? Belki. Çünkü misal Arda Türkmen'i kaçırmışım.

Sohbet bölümünde kimlerin hangi konu üzerine konuşacağı önceden belliydi tabi. Sohbetler sanırım show mutfağından daha faydalı oldu. Ben ikinci yemekten sonra ilgimi kaybettim sahneye karşı çünkü bangır bangır bir müzik eşliğinde zaten konuşmayan bir şefin  ön hazırlıkları çoktan yapılmış bir yemeği pişirmesinin ve bunu da pixellerini sayabileceğim netsizlikte bir ekranda seyretmenin bir manası yoktu. Hem yorgunluktan hem de "ya ordaki masada ne konuşuluyor" merakından ilk sohbetin sonuna yetiştim. Soru cevap filan biçiminde çoğunlukla gittiğinden sohbet esasında tam benim bulunmak istediğim yer olduğuna kanaat getirip etkinliğin devamında burda kaldım. Vatan'da da haftada bir yazan ve içkiler konusunda baya bir bilgili veren Teoman Hünal Bey ikinci sohbet konuşmacısıydı.  Kim kimdir tanımıyorum; ama bu tip etkinlikler tanışıklığı ve görgüyü arttırıyor işte. Bir sonraki konuşmacı olan Arda Türkmen'ide ismen tanımıyordum ve zaten sohbetine isim yazdırırken kimliğini değil anlatacağı konu başlığını merak etmiştim. Meğer adam pek ünlüymüş; yanında bir hayran kitlesi ile geldi masaya:) Simasını televizyondan tanıdım. İşini seven, bilerek ve saygıyla yapan ve en önemlisi de bilgiyi paylaşan biri. Sorular çeşitliydi. Organikten, zeytinyağından, mutfak ve restaurant işletmeciliğinden, sektörün sorularından filan filan uzun uzun konuştuk. Bir kaç öneri ve tarif bile verdi. Biz Teoman Beyi dinlerken onun yemek yapışını kaçırdım ama bi denk getirip onun da Asmalı Mescitteki yerine gidesim var.

Arda Bey'in konuşmasından sonra bir baktım kalabalık kalmamış ve standların çoğu toplanmış. Ay ay unutmadan tanıdığım bir ünlü vardı. Şişli'nin gülü, Mustafa Sarıgül en solaryum haliyle öğlen bir geldi geçti etkinlikten:) Bak bu detayı atlamayayım ayıp (!) yani:))

Efem kısacası güzel bi etkinlik ve fena olmayan bir organizasyondu. Gelecek senesi olacaksa bu bileklik işini çözmeleri gerekiyor. Daha da önemlisi sahne mutfağındaki ayrıntıları aktarmak için koca bir ekrana ihtiyaç yok; onun yerine etkinliğin çeşitli yerlerine kurulmuş bir kaç lcd ekran yeter sanırım. Şeflerin daha rahat çalışması ve bizim iyi izlememiz için az biraz daha ergonomi düşünülse iyi olur kanaatindeyim. Bi de şu müziği kim ayarlıyosa onu değiştirin:) Bak valla gelicem yine, tadı gerçek anlamda damağımda kaldı:)

Kendime not : Fotoğraf makinasını bir daha böyle etkinliklerde unutma çok ayıp. Bi de iki isim öğren Türkiye'den:))

30 Eylül 2012 Pazar

İtalya'ya ve Anadolu'ya aynı gün bi gidip geldim - I


Bebek sahibi olduktan sonra ilk defa bir "parkta" bu kadar zaman geçirdim.) Türk ve İtalyan Mutfak Kültürleri omuz omuza etkinliği için öğlen tam 12'de giriş yaptığım Maçka Parkından tamam artık bitti diye çıktığımda saat 6,5'u çoktan geçmişti. Öğrencilik hayatını "yahu ben yokken eğlenceli ya da önemli bişi olur mutlaka" paranoyaklığı ile geçirmiş biri olarak hiç bir şeyi kaçırmama dangalaklığım hala devam ettiğinden tuvalete gitmeyi ancak akıl edecek kadar gezdim dolaştım etkinlikte ve öhöm tabi herbişileri yazıcam merak etmeyin:)

Geç kalma ve dakiklik fakirliği ile ünlü iki milletin yapacağı her organizasyonda olduğu gibi etkinlik yarım saat geç başladı:) 12'de parka girdiğimde tavalar tencereler, buzdolapları, ocaklar filan yeni hazırlanıyordu. Bilet sahibi olduğumuzu, bu etkinliğe 40 gayme  bastırdığımızı ispat eden bileklikleri takmaya çalışmak zaten baya bir zaman aldığından oturup soluklanmaya bir on dakika kaldı. Maçka Parkı'nın alt ve nispeten düz olan bölümündeki etkinlikte ortadaki  boşluğa arkasında ekranı ile rahat bir mutfak sığacak bir sahne kurulmuştu. Saat 1'e doğru ortam hareketlendi ve ben lezzet avına çıktım.  Bundan sonrasını madde madde yazayım ki konudan konuya rahat atlayabileyim efem:)

- Genel hissiyat şenlikli idi. Bağırış çağrış olmayan bir ortam vardı. Sadece restaurantların bileksizlere yani biletsiz yancılara servis vermemesi bir kaç tatsız harekete sebep oldu o kadar. 

- Genel olarak iki mutfağın birbirine yakın yemeklerinin tadılması, isim yapmış şeflerin canlı yemek pişirmesi ve belirlenmiş konuşmacılarla sohbet düşünülmüş ve açıkçası hepsi gerçekleştirildi. Türklerden bir Borsa restaurant vardı. Mantı, pide, içli köfte ve erişte sundular. Bir de Galata Kiva vardı Türklerden o da şerbet ve tatlı çörek sundu. İtalyan restaurantlarından daha fazla vardı tek tek yazıyorum aşağıda. Grand Hyatt'ın 34'ünde ve Usla'da hem Türk hem İtalyan lezzetleri vardı. Giriş kapısından itibaren yazıyorum sıradan.

- USLA benim bu etkinlik sayesinde tanıdığım bir "Uluslararası Servis & Lezzet Akademisi". Kısa ve uzun dönem eğitimlerini tanıtmalarının yanı sıra iki çeşit yemek servisi yaptılar. Biri bostan patlıcanı ile kekikle mozerellanın birleşimi Melanzale diğeri de minik patlıcanlara birer yutumluk İmam Bayıldı.  Patlıcan sevmemekle tanınan ben bile Melanzale'yi beğendim. Bostan patlıcanı yumuşacıktı ve mozerella da kardeşim ne güzel bir peynir yahu hele ki kekikle. www.usla.com.tr

- Cento Per Cento önce minik zencefilli kurabiyelerle kartlarını dağıttı. Minestrone ve safranlı Risotto servis etti. Yeri Nişantaşı'ndaymış. Şefi daha sonra yemeklerden birini pişirdi ama ben o sırada Arda Türkmen'in konuşmasındaydım. http://www.eksenistanbul.com/tr/centopercento-index.htm

- Mama güzel bir sebzeli kremalı sosla insanın ağzında eriyen peynirli ve incecik hamurlu Tortellini servisi yaptım. Çok severim, çok da güzeldi tadı. www.mamapizzeria.com

- Tortellini'nin yanında Borsa mantı servisi yapıyordu. Ben mantıyı bir çoğunuzun aksine fırınlanmış ve kıyma değil mercimekle severim. Ananemden gelen bir tarif işte naparsın:) Tortellini mantıyı yendi tabi benim için ama mantı da fena değildi şimdi eşşeklik etmiyim.

- Fratelli La Bufala Polanta yaptı. Ben mısırı en fazla cips ve haşlanmış /közlenmiş severim, mısır unu bana ağır gelir. Polantayı da ilk defa orjinalinden tattım, pek bişi kaçırmadığıma sevindim açıkçası. www.fratellilabufalaistanbul.com

- En çok çeşidi Grand Hyatt 34 getirmiş ve vitrin buzdolabına dizmişti. Bir kerede tabağı doldurmadım, gidip minik minik aldım. Sıradan yazayım : 

* Mantarlı ördek (sanırım kürlemiş ya da füme idi ama kalındı ördeği yiyemedim),

* Patlıcan ve özel mantar kızartması (patlıcandan çok mozerella vardı içinde ve çok güzeldi, orda kızarttılar hemen) 
* Hamsi kızartma ama bol limonlu, soğuk haliyle çok güzeldi. Yediğim en iyi hamsi yorumuydu.

* Çerkes tavuğu. Şeflerden biri servis yapma inceliği gösterdi ve Çerkes Tavuğu'nun eski tariflere göre yaptıklarını, tadının daha farklı olduğunu söyledi. Bizim ailede ablamın Çerkes Tavuğu meşhurdur ve ne yalan söyliyim daha güzeldir. Belki harbi Çerkes büyük büyük babanemden tarifi aldığı için:) E kadın 100 yaşını geçkin vefat etti ki biz rahat rahat tarif aldık ondan. Ablama baskı yapayım da yazsın tarifi bi ara:) 

* İnsan taaa Grand Hyatt'a acılı ezme yemeğe gitmez ama kebapçılarda yediğimiz acılı ezme değil onu öğrendim ben 34'ünkini tattığımda:)

* Bakla, humus, bir çeşit şakşuka ve adını soramadığım ve ne olduğunu çıkaramadığım için öğrenemediğime hayıflandığım bir meze daha vardı standlarında. Bittikçe takviye ettiler.)

* Bademli cibez yapmışlar ama Sıdıka'nın ot tabağını tercih ederim. Hah işte yakaladınız beni. Bir hafta önce yazmam gerekiyordu Sıdıka'nın yazısını :)

- Yandaki stand kahvecilerdi. Etkinliğe giderken bir kahve çekmişti canım ama hadi dedim kafein hakkımı etkinliğe saklayayım. Ben sohbetlerden çıkıp da kahvecilere yöneldiğimde çoktan standları sökmeye başlamışlardı tadamadım:(

- Giolitti bir çok çeşit dondurma getirmiş. Ben bitter çikolata, şeftali, yabani vişne ve sadeyi tattım. Şeftali bir çok meyve dondurması gibi buzluydu ama yoğun bir şeftali tadı geliyordu. Yabani vişne ise çok çok hoştu. www.giolitti.com.tr

- Movenpick çok sarı bir Tagliatelle ile Pesto ikram etti. Şefi zaten sonra İstakozlu Fettucine yaptı. Meğer makarnanın bu kadar sarı olmasının sebebi yumurtanın sadece sarısının kullanılmasıymış. E insan otel mutfağında şef olunca yumurtaya acımıyor tabi:) Pesto'da çok hafif bir nane tadı vardı sanki ya da bilemiyorum fesleğenleri fazla tazeydi:) Sadece çam fıstığı kullanmışlar. Makarna çok çok ince açılmıştı, çok güzeldi. 

- Galata Kiva'nın Demirhindi ve Kuşburnu Şerbetleri çok güzeldi. Çörekten ne yazık ki tadamadım. Bir çok şerbetleri varmış sadece bu ikisini getirmişler. Bir çok bileşen var içinde yazamadım ama tadlandırmak için sofra şekeri kullandıklarını öğrenmem akabinde elme suyu konsantresi üzerine söylev çektim. Eh çömez bir mühendis olarak ilk işim konsatre üzerineydi, az mı çalıştım ayol:) Umarım şeker yerine elma konsantresine bir şans verirler. www.galatakivahan.com

- Kullanat.com bir sürü tek kullanımlık ama çok şık servis malzemesi getirdi. Zaten tüm restaurantlar ondan aldılar. Başka ürünleri de var ama 6 saatten fazla kaldım ha gidecem ha gidecem diye onlara da uğrayamadım:(

- Borsa tüm etkinlikte farklı noktalardaydı. Movenpick'in yanında cevizli erişteleri vardı ama tadamadım açıkçası. Onun hemen yanında da Peynirli Pide ve İçli Köfte ikram ettiler. Gözümün önünde sanayi tipi kızartıcıdan tabağa alınan İçli Köfte'lerin bu kadar hafif olması çok güzeldi. Tüm o İtalyan tatları arasından Anadolu'ya ışınlanmak iyiydi; insan köklerini unutmamalı.) Ama şu da var ki o kadar güzel peynirlerin içerisinde (ki bi peynirci de vardı ama ne tadabildim ne kataloglarını alabildim) Borsa'nın pidesindeki lor çok sırıtıyordu. Mayalı pide hamurunun gevrekliği ve hafifliğine hiç uymuyor. Pidelerimize düzgün bir peynir bulmamız lazım yahu:(

- Peynirci vardı dediğim gibi ama atladım. Bilen yorum atsın. Hepi topu kaç yer varmış nasıl es geçtin diyenlere Hyatt'ta çok tadılacak vardı derim sadece:)

-  Son olarak Olivia's Pizzeria'yı yazayım. Levent ve Çiftehavuzlar'da yerleri var. Devamlı taze pizza getirtti sahibi Banu Hanım. Napolitan, Akdeniz ve Milano pizzalarının dışında menülerinde kendi spesiyallerini ve tam buğday pizzalarını görünce "aaa getiririz" deme ve hatta etkinlikte beni bulup sunma inceliğini gösterdiler:) Etkinliğe gelirken Pizza Hut'un yeni tam buğday pizzasının ilanlarını görmüş ve sevinmiştim. Olivia's da yapmış ve tabi odun ateşinde pişmiş ve incecik hamur hiç de öyle tam buğday ağırlığında değil nitekim malum tam buğday makarna da ve çoğu ekmek de beyaz unla yapılanlara kıyasla daha nasıl diyin dense - dilimi eşşek arısı ısırmasın - yoğun oluyor. Buraya bir fırsat yaratıp gitme isteğindeyim.

Restaurantlar bu kadar ama yazı değil. Çok uzatmıyorum sohbetleri, ortamı, gözlemlerimi filan filan yazmaya devam edicem.   

Sonradan gelen ekleme : Yazının devamı burda efem : http://benimgidamuhendisim.blogspot.com/2012/10/italyaya-ve-anadoluya-ayn-gun-bi-gidip.html

28 Eylül 2012 Cuma

Yarın Maçka Parkı'ndan İtalya'ya uzanıyorum:)

Yarın Maçka Parkı'nda "Türk ve İtalyan Mutfak Kültürleri Omuz Omuza" etkinliğinde olucam. Sanırım 12 gibi orda olurum. Bastırdım demin biletixe 39 lirayı, aldım referans numaramı. Bakalım neler öğrenicem neler tadıcam kimleri görücem. Gelen ya da gelemeyip de şuna da bak buna da bak diyen varsa mail atsın : gidamuhendisim@gmail.com. Belki buluşuruz ayol:)

Etkinliğin sayfası burda: Notları derleyip toparlayıp yazması kim bilir ne zamana:))))

27 Eylül 2012 Perşembe

Balık bolmuş çok sevindim. Geçen hafta aldık yedik av yasağı kalktığından beri ilk defa. Her hafta en az iki öğün balık der uzmanlar. Yasak bitince fazlalaştırmak lazım bu sayıyı:)

foto : kaliteliresimler.com
Az koksun diye fırın torbasında denedim ama olmadı. En iyisi yağlı kağıt ya da fırın torbasının açılmış hali üzerine az zeytinyağı ve tuz ile karıştırılmış palamutları dizmek ve fırına salmak. Böylece tepsinin temizliği daha kolay oluyor. Bize 3 balık fazla geldi. Ben de masadan kalkmadan kalan balıkların kılçıklarını temizleyip etlerini minik minik ayırdım (esas güzel kelime ditmek alam yazması değil söylemesi güzel bu kelimenin:))) . Bir soğan, biraz ekmek içi, bir yumurta ve biraz tuz ile klasik köfte gibi yoğurdum ve 3 küçük  güveci doldurup buzluğa koydum. Henüz fırsat olmadı tadına bakmaya. Aaaa bu akşama yemeğim yok ben onları yapayım: Sağol blogcum bea:)))

26 Eylül 2012 Çarşamba

Knäckebröd Flerkorn - Ikea Gevreğini Aklama:)

Geçen yazdım İkea'nın gevreğini hem okunmuyor hem yenmiyor diye. Esasında ayıp di mi okunamıyo demek ben okuyamıyorum :)) Ama bir şans daha verdim sevgili Knäckebröd Flerkorn'e. Eeee sevgili dediğime göre beğendiğim anlaşılmıştır efem. Haksızlık etmemek için hemececik notlarımı yazayım karşılaştırmamı yapayım dedim. 

İyi bir gıdanın ne olması gerektiği üzerine yazmayı da düşünüyorum. Bak bu başlangıç olacak nitekim kriterleri sıralayayım :


- İçerik : Türkiye'de bu kadar çeşitlilikte tahıl içeren gevrek ne yazık ki üretilmiyor. Henüz diyeyim de umut içerisinde olduğumu belirteyim. Çok tahıllı gevrekler hep ithal. İçindekiler bölümü çok sağlam : Tam çavdar unu, yulaf ezmesi, susam, buğday unu, su, tam yulaf unu, arpa unu, maya, tuz, emülgatör. Burdaki emülgatör kullanım dozaj sınırı olmayan bir monogliserit. Gevreklerin her biri 40 kCal imiş. Pakette değil internette yazıyor bu bilgi.


- Gramaj ve Fiyat  : Paket 250 gram. İçinden 25 civarı gevrek çıkıyor. Fiyatı 5 liraya yakın bir küsüratta. Her bir gevreği 25 kuruş olduğunu hesaplayabiliriz kısaca. Pahalı mı yani? Evet..


- Ulaşılabilirlik : Sadece İkea'da satılıyor. İnternet sitesinde de yok. Bundan her sabah yemek isterseniz gidip paket paket almanız gerek.


- Benzerleri ile karşılaştırma : Bu kadar yoğun gevrek piyasada yok ama en yakını Light Etimek. En dandirik bakkalda bile bulunan Etimek tabiki daha ucuz ve daha kolay ulaşılır. Bir de Etimek'i yemesi daha rahat; Knäckebröd Flerkorn'u ise bir çorbaya filan kırmadan yemesi zor açıkçası. 


- Gıda güvenliği : Kuru kabul edilen bir gıdada zaten pek risk yoktur. Bir de zaten bizim uyum sağlamak için bi tarafımızı yırttığımız bir ülkede üretiliyor ve bir çok gelişmiş ülkeye gönderiliyor. İsveç vb delisi değilim sadece gerçekleri yazıyorum:)


Kısacası sağlıklı ve güvenilir ama pahalı ve zor ulaşılmasından dolayı bir Ikea turundan sonra iki paket çantaya atılabilecek bir gıda. Bir kaç çeşit kardeşi de var kendisinin Ikea'da. Benim kişisel tercihim sabahları bir domates rendesi içinde biraz beyaz peynir ve kekikle beraber yemek. 

25 Eylül 2012 Salı

GDO'da tartışmalar alevlendi.

Sabah sabah gazete turunda hemen karşıma çıktı Koray Çalışkan'ın yazısı : GDO-kanser ilişkisi kanıtlandı. Yazıda çalışmanın bağlantısı da var. Sözlüğün makale aranıyor duyurularına yazdıydım gönderdi sözlük dostları. 

Çalışmayı incelemeden yine de bir araştırma yapayım dedim. Bu çalışmayı karalayanlar önde çıkıyor Roundup-GMO yazdığınızda Google'a. Hepsine bir bakmak lazım ama çalışma ilginç çünkü ilk defa uzun süreli etkiler incelenmiş. Çalışmadan önemli başlıkları  şurdan bulabilirsiniz : http://research.sustainablefoodtrust.org/#_evidence

Bu yazıyı şimdilik bitirmiyorum. Hep beraber okuyalım, soralım, sorgulayalım diye. Yorum bırakın lütfen kafanıza takılanları. Ben okumaya gidiyorum. Du bi kahvaltı mı yapsam önce:p

İlk ek : Çalışma elime ulaştı. İsteyen yorumda mail atsın gönderirim. Eklentileri de bundan sonra "-" işareti ile şey edecem. Bilginize:)

- Bir dost bu çalışmanın yayınlanalı çok zaman olduğunu, bunu bir gazeteden öğrenmemi ayıpladığını ve çalışmada bilimsel sorunlar olduğunu söyleyip inceleme linklerini gönderdi. Kendisine de yazdığım gibi ben şu anda yabancı basını takip etmiyorum GDO konusunda. Bizdeki yansımaları üzerinden eğer merak uyandırırsa ilgileniyorum. "Ne bu ya bana hemen misyon yüklüyosun kardeş?" demedim gerçi kendisine ama her an diyebilirim:)))

http://www.nhsinform.co.uk/behind-the-headlines/food-diet/2012/09/claims-of-gm-foods-link-to-cancer-disputed-by-other-researchers

http://www.newscientist.com/article/dn22287-study-linking-gm-crops-and-cancer-questioned.html

Yani bugün okunacak çok şey var çokkkkkkk........

- Konu üzerine Koray Çalışkan'ın yazısı altındaki fırat1729 mahlaslı yorum en detaylı inceleme olmuş. 

- Araya giren işlerden ve başka bi kaç sebepten mütevellit bu yazıyı burada kapatıyorum. Dün gece bir blog yazısı gönderdi bir dost :  http://komunaliskembe.blogspot.com/2012/09/koray-calskan-ile-pseudo-bilimcilik.html#axzz27YUnA2TH Koray Çalışkan'ın yazısını deneme ya da köşe yazısı değil de tezmişcesine parça pinçik etmiş bir yazı. Yazı çok tasvip etmediğim "ben senden daha zekiyim" tarzında yazılmış olsa da doğru noktalar barındırıyor. Harbiden halim yok ama bu konuda klavye tıkırdatmaya.